Rogue-lite oyunları oldum olası sevmemiştim. Bana gereksiz zor ve tekrarlayıcı geliyorlardı. Ve sonra Dead Cells ile tanıştım.
Dead Cells, Fransız bir indie stüdyosu olan Motion Twin’in eseri. Uzunca bir süredir düzgün güncellemelerle Erken Erişim’de bulunan oyun, geçtiğimiz Ağustos ayında tam sürüme kavuştu. Motion Twin de aslında 2001 yılından bu yana oyunlar üretmekte, fakat bu oyunların hiçbirini Dead Cells ’den önce duymamıştım. Firmanın ilginç bir idealistik yapısı var gibi duruyor ve bu da son oyunları Dead Cells ’e oldukça yansımış durumda. Bu idealizm, gerekli özveri ve emekle birleşince ortaya şahane bir oyun çıkmış. Öyle ki, “ben Rogue-lite oyunlardan nefret ediyorum!” diyenleri bile yolundan döndürebilecek kalitede.
Oyun, diğer rogue-lite’ların çoğunda olduğu gibi “randomly generated” bölümlere sahip. Yani, her oynadığınızda bölümlerin yapısı ve harita değişiyor. Aynı kalan tek şey bölümlerin teması, başlangıç ve bitiş noktaları ve birkaç gizli hazine. Ve oyunun en büyük zorluğu hiçbir kayıt noktasının bulunmaması. Evet, yanlış duymadınız; oyunda hiçbir şekilde save alma şansınız yok. Bu da her bir oynanışı benzersiz kılıyor ve her seferinde biraz daha öğrenerek sona ulaşmaya çalışıyorsunuz. Her seferinde farklı bir silahla, farklı bir kalkanla başlıyorsunuz örneğin. İsterseniz hiç kalkan almadan, bir ok ve bir kılıçla başlayabilir, isterseniz de tuzaklar toplayarak düşmanlarınızı bu şekilde geçebilirsiniz. Hatta oyunda birtakım boss savaşları hariç hiçbir düşmanı öldürmenize gerek bile kalmayabilir. İşte bu sınırsız kombinasyon imkanı Dead Cells oyununu eşsiz kılıyor. Oyunda öldüğünüzde en başa döneceğinizi bilmek, işte bu yüzden canınızı o kadar da sıkmıyor.

“Topla, topla, topla, topla, topla, topla!” – Doritos Alaturca reklamı, 2003
Güzide Dead Cells oyunumuzda ölmenin can sıkmamasının bir diğer sebebi de, her oynayışınızda birtakım yeni silah ve kalkan taslakları toplayıp bir sonraki oyunda bunları envanterinize atıyor olmanız. Bu durum özellikle ilk birkaç oynayışınızda çok işinize yarıyor. Bir adet çok basit kılıç, bir ok ve bir kalkanla başladığınız oyunda ölüp ölüp dirildikçe çok güçlü silahlara ve işinizi daha da kolaylaştıran kalkanlara sahip oluyorsunuz. Aynı zamanda birçok yetenek de açılıyor ve silahlarınızla “kombinleyeceğiniz” bu yetenekler, birkaç saatlik oynanışta güzel bir mesafe kat etmenizi sağlıyor. Tabii bazen çok erken ölmeniz ya da hiçbir şey toplayamadan bölümleri bitirmeniz fazlasıyla olası. Bu durumda da en azından “cell” adı verilen topçukları toplamış oluyorsunuz. Cell’ler, oyunda yeni yetenekler açmanızı sağlayan bir çeşit para birimi gibi. Her bölümün sonundaki “geçiş odası”na geldiğinizde bu cell’leri ilgili tüccara satıp yerine yetenekler alabiliyorsunuz.

Oyunda topladığınız şeylerden bir diğeri de bölümlerde yine rastgele bir şekilde karşınıza çıkan scroll’lar. Elder olup olmadığı bilinmeyen bu scroll’lar size üç temel savaş stilinden birini geliştirmenize olanak sağlıyor. Bu üç savaş stili, saldırı, taktiksel ve hayatta kalma olarak karşımıza çıkıyor. Ve bu stiller üç adet renkle eşleştirilmiş durumda: saldırı-kırmızı, taktiksel-mor, hayatta kalma-yeşil. Bu renklerin de mantığı şu ki, topladığınız silah ve kalkanların da bir rengi var ve bu renkler ile geliştirdiğiniz savaş stili renkleri eşleşirse daha güçlü bir kalkana ya da silaha sahip olabiliyorsunuz. Bu da oyunu derinleştirip daha ileriye gidebilmek için birtakım taktikler kullanmaya itiyor oyuncuyu. Örneğin, tuzaklar biriktirip taktiksel ve saldırı stilleri geliştirirseniz, bir süre sonra hiçbir düşmana dokunmadan onları öldürebildiğinizi göreceksiniz. Ya da, iyi bir kalkan ile hayatta kalma stilini geliştirirseniz, savaşlarda uzun süre ölmeden dayanabilecek duruma geleceksiniz. Tabi eğer doğru silahları ve tuzakları seçtiyseniz. Kısacası, bu sonsuz kombinasyon durumu silah, kalkan, tuzak seçimi ve savaş stili seçimine kadar da uzanıyor. Her bir oynanışı birbirinden eşsiz kılan unsurlardan bir diğeri de bu.
Oyundaki karakterimiz her ne kadar bir “Meçhul Şarkıcı” edasıyla kim olduğunu gizlese de, oyundaki nesnelerle ya da bazı diğer kimselerle etkileşime geçtiğinde güldürebiliyor bazen. Özellikle tam sürümle birlikte eklenen gizli odalar ve hikayeyi geliştiren birtakım etkileşimler, düşmandan düşmana koştururken biraz soluklanıp oyun dünyası hakkında biraz detay edinmenizi sağlıyor. Her ne kadar oyunun hikayesi net bir şekilde servis edilmese de, siz biraz çaba ve merakla birkaç ayrıntıya erişebilirsiniz. Ya da, bir süre sonra, Hand of the King’e 32. kez gittiğinizi hatırlayıp kendiniz için üzülebilirsiniz.
Dead Cells Souls
Dead Cells, bir Dark Souls olmasa da, boss’larının zorluğuyla saç baş yoldurabiliyor. Neyse ki Dark Souls’taki gibi adım başı bir boss çıkmıyor karşınıza. Belirli bölümlerin sonunda karşınıza çıkan üç adet boss var, ve bunlardan ilki birkaç oynanıştan sonra öldürülebilir hale geliyor. İkinci boss da düzgün bir strateji ve toplanmış iyi taslaklarla alt edilebilir durumda. Fakat, son boss olan Hand of the King, gerek kurduğu tuzaklar, gerek saldırı şekliyle ilk karşılaştığınızda neye uğradığınızı anlamadan ölmenize sebep oluyor. Sonra anlıyorsunuz ki, oyun boyunca yapmanız gereken şey, bölümden bölüme değişen düşmanlara değil de, Hand of the King’e hazırlanmakmış. Doğukan’ın “Dark Souls ve ‘git gud’ mantrasıyla yaşamak” isimli yazısında değindiği, “git gud” stratejisi Dead Cells için de geçerli. Bu sebeple, Hand of the King’e giden yolda, düşmanları öldürürken geçirdiğiniz süre artıyor, ya da çok fazla HP kaybetmeye başlıyorsanız, en iyisi oyuna baştan başlamak bile olabilir. Emin olun, topladığınız onca cell’i ve diğer ögeleri HotK’e kadar gelip kaybetmek biraz can sıkıcı olabiliyor.
Bütün bu anlattıklarım, Dead Cells’i oynamamış ve rogue-lite oyunlardan nefret eden birine can sıkıcı geliyor olabilir. Ama durum bu değil, inanın. Oyun öyle bir tasarlanmış ki, ölüp en başa döndüğünüzde her şeyi kaybetmiş gibi değil, aksine ilerleme kaydetmiş gibi hissediyorsunuz. Bu muhtemelen, Dead Cells’den önceki rogue-lite’larda da geçerli bir durumdu fakat ben bu oyun türünü hiç sevemediğim için hiçbirini denememiştim. Evet, ben bir aptalım. Yok, yok, gerçekten. Öyleyim. Dead Cells’i denedikten ve bayıldıktan sonra Enter the Gungeon ve Spelunky isimli diğer iki oyuna da bulaştım ve bu ikisine de saatlerimi gömmeye hazırım. Çünkü benim için “Rogue-lite is the new RPG.” Eskiden RPG olmayan oyuna böyle saatler harcayacağımı düşünmezken, şimdi yeni rogue-lite oyunlara bakar oldum. Dead Cells, “Bir oyun size koca bir türü sevdirebilir mi?” sorusunun cevabını netleştiren oyunlardan biri. Nasıl Skyrim oynayıp RPG’ye, Age of Empires oynayıp gerçek zamanlı stratejiye aşık olunuyorsa, Dead Cells de rogue-lite türüne aşık eden bir oyun.