The Legend of Zelda, Super Nintendo Entertainment System’dan bu yana, tam 33 yıldır oyuncuların gözdesi serilerden biri. Serinin son oyunu Breath of the Wild, bizi duygudan duyguya sürükleyen bir başyapıt. Peki bu oyunu bu kadar iyi yapan ne?

Öncelikle kısa ve kişisel bir giriş yapayım: ben The Legend of Zelda’yı çok duymuştum yıllardır. Fakat, Nintendo’nun Türkiye’deki inaktif durumu ve hepimizin çocukken “Atari” dediği oyun konsolu haricinde çok sınırlı bir varlığının bulunması beni bu seriden yıllarca uzak tuttu. 2017’de Nintendo Switch ile birlikte çıkacak olan The Legend of Zelda: Breath of the Wild ise çok kısa sürede “ben bu oyunu oynamak için Nintendo Switch alacağım!” cümlesini kurdurdu. Serinin diğer oyunlarıyla hiçbir alakam olmamasına rağmen hemen araştırmalara giriştim; diğer oyunları oynamamış olmak bana ne kaybettirir diye. Biraz “lore” okuyup yaratılan dünyaya hafiften aşina olduktan sonra (ve Kasım 2017’de Super Mario Odyssey’in de çıkmasıyla) Nintendo Switch alma kararım kesinleşti.

Geçtiğimiz Mayıs ayında konsol elime ulaştığı andan itibaren, neredeyse her boşluğumda biraz The Legend of Zelda, biraz Mario oynayarak geçirdim zamanımı. Ve The Witcher 3’ten bu yana, başka hiçbir oyunun bana yaşatamadığı duyguları yaşattı Breath of the Wild. Geçenlerde oyunu bitirdim ve credits ekranında gözümde iki damla yaş eşliğinde oyun yapımcılarını alkışladım. Çünkü Breath of the Wild, 120 saatlik oynama süremin 110. saatinde bile bana yeni şeyler gösterebiliyordu. Hatta oyunu bitirip diğer insanların tecrübelerini, speedrun’ları ve “Legend of Zelda hakkında bilmediğiniz 3500 detay” gibi videoları izlerken öğrendiğim şeyler bile oldu. Örneğin, oyunun sonsuzlukla yarışan haritasında (360 kilometrekare olduğu söyleniyor; Skyrim 40 kilometrekare civarı, varın siz düşünün) gezinirken yerde bulabileceğiniz “paslı” kılıçları bir Octorok’a atarsanız, bu yaratık paslı kılıcı yutup size “kraliyet kılıcı” olarak geri fırlatıyor. Oyunu oynamamış birinde “ee ne var bunda?” duyguları yaratacak bir olay biliyorum, fakat eğer 120 saatinizi ayırıp oyunu bitirdikten –sonra– bunu öğrenirseniz biraz şaşırıyorsunuz.

Kişisel duygularımı bir kenara bırakıp oyunu bu kadar iyi yapanın ne olduğunu anlatmaya çalışacağım. Bunu yaparken yer yer spoiler’lar verebilirim. Ama merak etmeyin bu spoiler’lar hikayeye dair değil, oyunun dünyasına dair birtakım detaylar olacak. Eğer bu detayları kendiniz keşfetmek isterseniz, bunu çok iyi anlarım. Bunu seçecek okurlarımız için spoiler ibaresi kullanacağım. Diğerleri beni takip etsin. Haydi bakalım.

Hikaye Sunumu

Breath of the Wild, kabul etmek gerekir ki “normal” bir hikayeye sahip. Bir kahramanlık hikayesinden bekleyeceğiniz her şey var. Fakat Link’in (evet, ana karakterimizin adı Zelda değil, Link) hafızasını kaybetmiş olmasını baz alarak kurulan hikaye ve bu hikayenin sunumu o kadar olması gerektiği gibi ki, hiçbir klişe sizi rahatsız etmiyor. Bu hikayeyi sunarken yeri geliyor güldürüyor, yeri geliyor duygulandırıyor oyun sizi. Ve en sondaki epik savaşa gelene kadar attığınız her adım daha da güçlendiğinizi hissettiriyor. Kurulan dünyadaki detaycılık hikayedeki adımlarınızı atarken size hem yardım ediyor, hem de sonra olacaklar için merak ettiriyor. Oyunda boşuna yaptığınız hiçbir şey yok. Hatta ne kadar çok ekstra şey yaparsanız sonradan o kadar işinize yarıyor. Ama oyunun yaptığı çok ilginç bir şey daha var: size sadece tek bir büyük görev veriliyor. Bu büyük görev dışındaki her şey sizi epik finale hazırlayan yardımcılar aslında. Oyuna başlar başlamaz, daha kimseyle konuşmadan, hiçbir silah almadan gidip Hyrule Castle’a dalabilirsiniz. Oyun sizi asla sınırlamıyor. Bütün dünyayı size açık halde verip oyunun ilk saniyesinden itibaren sizi özgür bırakıyor. Bu da oyuna hem yeniden oynanabilirlik hem de farklı bir derinlik katıyor.

legend of zelda - temple of time
Temple of Time, eski oyunlardan Ocarina of Time’a bir gönderme. Oyunun başında karşınıza çıkarak aklınızı başınızdan alıyor.

Hyrule’un detayları

Diğer pek çok Zelda oyununda olduğu gibi Breath of the Wild da Hyrule’da kurmuş dünyasını. Hyrule da, oyun yapımcılarının aklına hayran bırakacak derecede detaylı. Ve bu oyundaki detayların hepsini saymak, gerçekten benim bu yazıda başarabileceğim bir şey değil. Merak edenler için şurada IGN’in yaptığı 100 maddelik bir liste mevcut (maalesef İngilizce). Ben bunlardan sadece birkaçını ve en sevdiklerimi buraya yazacağım. O sebeple, daha önce bahsettiğim spoiler ibaresi tam burada devreye giriyor.

breath of the wild - blood moon
Kanlı Ay, Breath of the Wild’da önemli bir yere sahip. Ama ne olduğunu söylemem.

–Açık dünya spoiler’ı–

Hyrule büyük bir krallık. Ve Nintendo, bu büyük krallığın ne kadar detaylı olduğunu bize göstermeye ant içmiş. Her bir köşesinde minik bir detay barındıran bu haritanın en sevdiğim detaylarından biri, Lover’s Pond. Yani Aşıklar Göleti. Bu göletten bahsedildiğini açık dünyadaki keşif yürüyüşlerinizde, ya da bir görevden diğerine giderken duyuyorsunuz bolca. Sonra haritaya baktığınızda bir dağın doruk noktasında kalp şeklinde bir su birikintisi görüyorsunuz. Oraya gittiğinizde, Lover’s Pond’la karşılacağınızı düşünüyorsunuz fakat sizin gibi yanılmış başka bir NPC, size durumun bu olmadığını açıklıyor. Meğer asıl Lover’s Pond başka bir yerdeymiş, ama nerede olduğunu bu NPC de bilmiyor. Ben bu noktada haritayı tekrar açıp böyle bir detay aramaya üşendiğimden, diğer görevlerle ve shrine biriktirmeyle devam ettim yoluma. Daha sonra yine böyle gezinirken, karşıma kalp şeklinde bir gölet çıktı. Başında bir kadın, diğer ucunda da bir adam vardı. Adama yaklaştığımda benden kadına olan hislerini açıklamamı istedi, çünkü kendi cesareti buna yetmiyordu. Karşılığında beni ödüllendireceğini söyledi ve ben de yaptım. Görevi yerine getirirken gördüm ki, kadın da adama karşı boş değilmiş. Onlar mutlu bir ilişkiye ilk adımlarını atmışken, ben 120 rupilik (oyundaki para birimi) ödülümün tadını çıkarmak için yine yollara düştüm.

Bu, sadece kendi kendime gezinirken gördüğüm ve sonunda beni ödüllendiren bir detay. Bunun dışında dünyada dolaşırken karşınıza çıkabilecek bambaşka şeyler de var. Örneğin, Kass isimli ozan, birkaç noktada karşınıza çıkıp size eski efsanelere dair birer şarkı söylüyor. Eğer şarkının sözlerini anlayıp ardındaki şifreyi çözebilirseniz bir shrine ile ödüllendiriliyorsunuz ve inanın, bu çok büyük bir ödül. Hem oyunda bir shrine bulmak çok değerli, hem de bulmacayı çözüp sonuna ulaştığınızda gelen “başarı hissiyatı” paha biçilemez.

Son olarak şundan da bahsedeyim. Haritanın karlı dağlarından birinde yürürken, Sheikah tabletimin “yakınlarda bir shrine var!” uyarısı ötmeye başladı. Ben de bakındım önce, fakat hiçbir şey göremedim. Daha sonra karlardan oluşan bir yol ve yolun başında küçük kartopları gördüm. Yolun sonu da bir duvara varıyordu. Dedim ki, “nasıl yani? En tepeden kartopunu yuvarlayacağım ve o büyüye büyüye gidip duvarı yıkacak ve shrine gözükecek öyle mi? Yok artık!” Evet ben de inanmamıştım, ama buyrun kendi gözlerinizle görün:

Breath of the Wild, burada tek bir yazıya sığdıramayacağım kadar çok detaydan oluşuyor. Daha önce de bahsettiğim gibi diğer kaynaklardan bütün detaylara ulaşabilirsiniz fakat bu ikisi benim en çok hoşuma giden ve oyuna bağlanmamı artıran ögeler olmuştu.

Dövüş mekaniği ve yeteneklerin kullanımı

The Legend of Zelda oyunları her seferinde birtakım yeniliklerle çıkmışlardır piyasaya. Örneğin Wind Waker oyununda flüt benzeri bir müzik aleti çalarak zindanların kapısını açabiliyorsunuz. Breath of the Wild’da da oyunun başında aldığınız Magnesis, Stasis, Cryonis ve Bomba ile oyunda birçok bulmacayı çözebiliyor, yaratıkları öldürürken yardım alabiliyorsunuz. Örneğin, ileride bir grup yaratık mı gördünüz? İsterseniz hemen yanınızdaki metal kutuyu Magnesis’le havaya kaldırıp tam tepelerine bırakıp yaratıkları öldürebiliyorsunuz. İsterseniz aralarına bir bomba fırlatıp patlatabiliyorsunuz, isterseniz de kılıcınıza güvenip aralarına dalıyorsunuz. Hatta seçenekleriniz bunlarla bile sınırlı değil. The Legend of Zelda, sonuca ulaştığınız sürece, gidiş yolunuzu umursamayan ve sizi bu konuda özgür bırakan bir oyun.

Oyunun dövüş mekaniği aslında biraz da Link’i ne kadar geliştirdiğinize bağlı. Eğer açılabilecek bütün yetenekleri açtıysanız ve üzerinizde iyi bir zırh, elinizde iyi bir silah varsa yenemeyeceğiniz düşman yok. Her bir düşman farklı saldırı tiplerine sahip ve sizi alt etmek için birtakım sürprizlere sahipler. Örneğin Moblin adı verilen büyük yaratıklar, Bokoblin adındaki daha küçük yaratıkları tutup size fırlatabiliyor. Ya da bir yaratığa bomba atarsanız ve o da bunu görürse, hemen koşup tekmeyle bombayı uzaklaştırmaya çalışıyor. Lynel adı verilen aşırı güçlü düşmanlar ise hızlı ve ağır hasar veren saldırılarıyla sizi çileden çıkarabiliyor. Ama dediğim gibi, Link’i yeterince geliştirir ve iyi bir zırh-silah kombinasyonu yaparsanız Lynel’ler bile bir süre sonra çantada keklik durumuna düşüyor. Bunun yanı sıra, ok kullanırken ya da Magnesis’le bir metal nesneyi kaldırdığınızda Nintendo Switch’inizi hareket ettirerek nişan alabilmek işleri oldukça kolaylaştırıyor. Fakat, bilmeniz gereken bir şey daha var ki, bütün silahlarınız ve yaylarınızın bir ömrü var ve çok kullandığınızda kırılıp yok oluyorlar. Bu sebeple hem aynı silahla oyunun sonuna kadar gidemiyorsunuz, hem de farklı tür silahları envanterinizde bulundurmanız gerekiyor. Bu da oyuna bir katman daha derinlik katmış oluyor.

Ganon’ı yok et: Tamamlandı

The Legend of Zelda: Breath of the Wild hakkında sayfalarca yazabilirim gerçekten. Hayatımda oynadığım en iyi oyunlardan biri olduğu için, onu övmelere doyamıyorum. “İyi hoş da, bu Legend of Zelda denen oyun bu dediklerini ilk yapan oyun değil ki.” Bence de, haklısınız. Evet, The Legend of Zelda: Breath of the Wild, bunları ilk yapan oyun değil. Son da olmayacak. Fakat şunu kabul etmek gerekir ki, Zelda dışında bunları deneyen birçok oyun ya çuvalladı ya da tam bir deneyim sağlayamadı. Ben The Legend of Zelda’yı oynarken dış dünyayı tamamen unuttum, adeta bir Hyrule sakinine dönüştüm. Oyunu oynarken kaç kez yüzümde bir gülümsemeyle kalakaldım, kaç kez zafer nidaları attım, ya da kaç kez gözlerim doldu bilmiyorum. Şu yaşıma geldim (söylemem), böyle bir oyun oynamadım. Umarım siz sevgili okurlarımız da bana katılıyorsunuzdur. Katılmıyorsanız da canınız sağ olsun. Hatta umarım, bu yazıyı okuyup oyunu deneyecek olanlarınız çıkar aranızdan. Beni dünyanın en mutlu adamı yaparsınız.

Micro Genius’tan beri oyunların başından kalkamayan biri. Half-Life 2’ye hastaymış, öyle diyor. 3’ün çıkmayacağından emin. Hikayesi iyi olan her oyuna tapıyor, insanların başını şişiriyor. RPG, gizlilik ve platform oyunlarına bayılır. Steam indirimlerinden babası çıksa yer. Neden doktora yapmaya çalıştığını bilmiyor.