Yakın zamanda Steam’in Early Access cehenneminden çıkan Slay the Spire, kart oyunlarını roguelike türüyle birleştiriyor, ve tahminlerin çok ötesinde bir oynanış süresi boyunca kendini taze tutmayı biliyor.

Zor bir elit savaşından çıkmış durumdayım. Karakterim sadece 6 can ile sağ kalmayı başarmış, ancak önümde bir kamp bölgesi görünmüyor. Kara kara düşünüyorum; bu haldeyken bir başka savaşa girmem demek muhtemelen ölümümle eşdeğer, ve kart seçimlerinde bu denli şanslı olduğum bir run’ı, elit bile olmayan bir canavara yitirmek istemiyorum. Bir sonraki adım bir tüccar. Heh, belki buradan bir şeyler bulur ve kendimi kurtarırım. Tüccarın sattığı relic’lerden biri, karakterin toplam canına 14 ekliyor; gözüm kapalı alıyorum. 20 canda olmak, 6’da olmaktan her türlü iyidir. Haydi bakaeaym diyerek bir sonraki savaşa gidiyorum.

İlk turn’de sadece atak kartları çekiyorum. Düşmansa bana tam olarak 20 vuruyor. GG.

Slay the Spire’da kart, kılıçtan üstündür.

Slay the Spire, Mega Crit Games isimli küçük firmanın el emeği göz nuru oyunu. Uzun süre Steam Early Access’te olan ve bu sırada diğer oyunlara “Early Access nasıl doğru yapılır?” dersi veren bir oyun. İstisnasız her hafta yamalarla yeni özellikler, kartlar, event’ler (bunlara birazdan geleceğiz) edinen Slay the Spire, Early Access’teyken aldığım nadir oyunlardan olup, aynı zamanda yine bu oyunlar arasından Early Access’teyken aldığıma memnun kaldığım yegane oyun.

Ee…şimdi, hani roguelike (roguelite? Nedir ya bunun doğru söylenişi?) oyunlar var ya? Hani öldüğünüz zaman en baştan başlamanız gerek? O zamana kadar edindiğiniz bütün eşyalar ve özelliklere gözlerdeki bir damla gözyaşı eşliğinde hoşçakal dediğiniz ve yeni umutlarla tekrar başladığınız oyunlar? Heh.. Roguelike cepte. İkinci kelimeyi anlatıyorum: Hearthstone. Evet, dijital kart oyunu. Bu da ikinci kelime. İkisini birleştirince ortaya Slay the Spire çıkıyor.

Oynanış, oyuna adını veren kuleye tırmanırken bu kulenin katlarında karşılaştığınız düşmanları kesmek ve topladığınız ganimetler ile karakterinizi güçlendirmek üzerine kurulu. Ancak Slay the Spire aynı zamanda da bir kart oyunu: Yani düşmanlarınızı silahlarınızla değil, destenizi oluşturduğunuz kartlar yoluyla kesiyorsunuz. Bu kartlar, düşmanlarınıza saldırmaktan size zırh vermeye, düşmanlarınızın gücünü düşürmekten onları vuruşlarınıza daha zayıf kılmaya kadar envai çeşit şey yapabiliyor. Siz de bu kartları kullanarak sağ kalmaya ve kulede üst katlara tırmanmaya çalışıyorsunuz.

Apotheosis!

slay the spire, apotheosis
Bazı kartlar var ki gördüğünüz anda hiç düşünmeden destenize katmalısınız. “Oyunu kazan” kartına en yakın şey: Apotheosis! | Slay the Spire

Yolda karşılaştığınız düşmanlar “düz”, elit ve boss olmak üzere üçe ayrılıyor. Boss’lar, oyunun üç ana “Act”‘inin sonunda dövüşmeniz gereken, kaçınılmaz karşılaşmalar iken, diğer iki karşılaşma arasında seçim yapabilmek mümkün. Çünkü her yeni oyunda rastgele biçimde düzenlenen kule haritası, elitlerin nerede olduğunu ve hangi yolu seçerseniz onlarla karşılaşacağınızı belirtiyor. Burada yine roguelike’lardaki klasik “büyük risk -> büyük ödül” mekanizması devreye giriyor, zira elitlerin düşürdüğü ganimetler, tahmin edeceğiniz üzere daha değerli. Bunun yanı sıra kulede bazı katlarda tüccarlar bulunuyor; bu arkadaşlar da size, yol boyunca topladığınız altın karşılığında çeşitli kartlar veya karakterinizi güçlendiren eşyalar satıyorlar.

Bazı katlar ise haritanızda sadece bir soru işareti ile gösteriliyor. Bu katlarda başınıza her şey gelebilir! Buralarda sağlam ayak olmayan iksir satıcıları, vampir kültleri, kartlarla eşini bulma oynatan tiplerle karşılaşabilir, veya bir karar vermeniz gereken olaylar (örneğin “Ayağınız kaydı ve uçurumdan düşmeye başladınız! Tutunmaya çalışıp şu değerli kartınızı mı kaybedersiniz, yoksa canınızın yarısını mı?”) yaşayabilirsiniz.

Bir yandan destenize yeni ve daha güçlü kartlar eklerken, diğer yandan da bazı düşmanlardan düşen, “relic” adı verilen eşyalarla karakterinizi pasif olarak güçlendirebiliyorsunuz. Bu relic’ler (ki sanırım şu an oyunda 200’ün üstünde relic var) size farklı özellikler verebiliyor, destenizin planına uyan relic’ler seçerek karakterinizi saçma derecede güçlü hale getirebiliyorsunuz.

Ama tabi, her kart oyununda olduğu gibi, siz ne kadar güçlü bir karakter, ne denli tutarlı bir deste oluşturmuş olsanız da, bazı turn’lerde öyle kartlar çekiyorsunuz ki, düşmanınızın yapacağı şeye cevap veremiyor ve kulenin derinliklerini boyluyorsunuz.

slay the spire, bad hand
“Abi elimiz ÇOK kötü ya…” -Anonim | Slay the Spire

Dövüşçü Boi mu, Zehirli Boi mu, yoksa Robot Boi mu (!)

Slay the Spire, üç karakter ile piyasaya sürüldü: The Ironclad, The Silent ve The Defect. Başlıkta da belirttiğim üzere bu üçlü, savaşçı, avcı ve robot (?) olarak ifade edilebilir.

Savaşçı’da fazla düşünmeye gerek yok: Biraz arabesk bir arkadaş olan The Ironclad, kendine zarar vererek ataklarını güçlendirmeyi veya bol zırh kazanarak öldürülemez hale gelmeyi hedefleyen bir karakter. Bu karakter, genellikle kart ve relic seçimlerinde çok esneklik vermediği için, bu üçlünün arasında en az sevdiğim. Ama ironik bir şekilde, yine bu üçlü arasında beni en çok zafere taşıyan da The Ironclad oldu. Sanırım fazla seçenek benim için pek hayırlı değil.

İkinci karakterimiz The Silent, daha atik ve daha esnek planlara sahip. Örneğin düşmanlarınızı zehirleyebilirsiniz. Veya bir sonraki oynadığınız kartı aynı mana değerine iki kez oynayabilir, bu sayede tek seferde saçma miktarda “damaj” (şu kelimeye SK olarak bir TM alsak ya) vurabilirsiniz.

Son karakter olan The Defect, oyuna Early Access sırasında eklenen yeniliklerden biri. Bir robot olan The Defect, birkaç farklı çeşit “orb”‘u (AGDQ 2019‘a selam olsun) şarj edebiliyor, ve bu orb’lar, turn’lerinizin sonunda farklı şeyler yapabiliyorlar.The Defect, kesinlikle Slay the Spire’ın en kompleks karakteri, ve başarılı olmak için ciddi bir planlama gerektiriyor. Ama tabi destenizde Apotheosis varsa, o başka…

Oyunla gelen bu üç karakterin yanında, bir de “Mod the Spire” adındaki bedava eklenti sayesinde oyunda mod kullanabiliyor, ve tabi ki yaratabiliyorsunuz. Bu sayede oyuncular daha şimdiden Steam Workshop’u bir dünya Slay the Spire oynanabilir karakteriyle doldurmuş durumda. Bu karakterler her ne kadar çoğunlukla saçmalık derecesinde güçlü olsa da, zaten halihazırda sonsuza yakın tekrar oynanabilirliğe sahip olan bir oyunun süresini, birkaç katına daha çıkarıyor. Modladığınız oyununuzda bir Necromancer ile, bambaşka bir Act’te, birçok yeni düşmana karşı oynayabilir, yeni relic’ler ve kartlarla çılgın atabilirsiniz.

“Eski Blizzard”‘ı hatırlatan düzeyde cila

Slay the Spire incelerken, oyundaki muazzam cila seviyesinden bahsetmezsem, geceleri gözüme uyku girmez; bir sonraki run’larımın hepsi berbat geçer. Bir kart oyununda olması gereken en önemli şeylerden biri olan denge, bu oyunun Early Access’i boyunca birçok kart modifiye edilerek, bolca da deneme yanılma yoluyla sağlanmış. Ayrıca oyunun sanat yönetmenliği, kartlardaki çizimlerin de oyunun genel sanat yönüne uygun düzenlenmiş olması, relic’lerin çizimleri, hepsi birbiriyle muazzam bir bütün oluşturuyor, ve benim gibi hafif derecede OCD hastası insanları mutlu ediyor. Elinizdeki kartları, klavyenizdeki 1-9 sayılarını kullanarak oynayabilmeniz de cabası.

Bu ve aklıma gelmeyen daha birçok küçük ama önemli cila bana, Blizzard’ın “will be ready when it’s done” (yani “biz bitirdiğimizde bitmiş olacak, sormayın artık şu oyunun çıkış tarihini”) döneminde çıkardığı oyunlardaki detaya özeni hatırlatıyor. Early Access döneminde dahi hiçbir bug’la karşılaşmadım, üstelik yukarda da belirttiğim üzere her hafta yeni bir yama yayınlamalarına rağmen.

Nihayetinde Slay the Spire, roguelike veya roguelike (ya gelin biz birlikte bu oyun türüne patates diyelim, içimiz rahat olsun) severlerin mutlaka deneyimlemesi gereken bir oyun olmuş. Early Access’i doğru yapınca ne gibi harikalar ortaya çıkabileceğinin ayaklı kanıtı olan Slay the Spire hakkında biraz daha bilgi edinmek istiyorsanız, sizi yukardaki videomuza alalım.

SaniyedeKare Puanıslay the spire video

 

CDPR ve Dark Souls fanboy'u. Biraz hırslı. 3 yaşında MS-DOS'tan DOOM açıp oynayan; o zamandan bu yana da eline ne geçse oynamış. Adventure türü oyunların neden öldüğünü anlayabilmiş değil. Oysa Myst, Grim Fandango, Monkey Island falan ne güzel oyunlardı... Neden doktora yapmaya çalıştığını bilmiyor.